Empatikleştiremekdiklerimizden misiniz?

Fatih Altaylı’nın köşesinde çok sevdiğim bir bölüm var:  “Ne zaman adam oluruz?”. Yazar her gün kendine göre toplumumuzun eksik yanlarını bu bölümde işliyor.  Bazen güzel şeyler de çıkıyor ortaya. Bana bu soruyu sorsalar ve tek bir cevap hakkın var deseler:  “Bir birimizi anladığımız, anlayış gösterdiğimiz zaman; yani hayatımıza empatiyi hâkim kıldığımız zaman çok mesafe kat ederiz” derdim.


Toplum olarak en büyük problemimiz karşımızdakini anlamaya çalışmamak. Hal böyleyken birçoğumuz sosyal ilişkilerinde sorun yaşayan bencil çocuklar olarak ortalıkta dolaşıyoruz.  Evet, 20’li 30’lu vs. yaşlarında ilkokul çocukları gibiyiz. Hani derler ya, “koca bebekleriz” aslında. Neden böyle dedim? Çocukların iletişimi daha ilkeldir, hep “ben kazanmalıyım” mantığıyla ilerler. Bazen kaybediyor gibi görünürken kazanılabileceğinin farkında değillerdir. “Biri bana zarar verdi mi bende ona zarar vereyim, o bana somurtuyor bende ona somurtayım,” hatta bir fazlasıyla karşılık vereyim. Örnekleri çoğaltılabilecek olan bu tarz davranış şekilleri çocukların tek boyutlu tepkileridir. Sık sık küserler, kırılırlar, dönemsel mutsuzluklar yaşarlar. Ancak kırgınlıkları oyun esnasında kemikleşmeden telafi edilir. Yaş büyüdükçe bu kırgınlıkların telafisi daha zor olduğu için, ilkel tepkiler yerine, empatik tepkileri tercih etmeliyiz.




Bizler sosyal ilişkilerimizde karşımızdakinin içinde bulunduğu ya da bulunabileceği ruh halini fazla umursamıyoruz. Gelişmiş sosyal ilişkiler çok boyutlu olmalıdır. Yani davranışımıza yön verirken karşıda oluşturacağı etkiyi düşünmeden, aklımıza estiği gibi davranmamalıyız. 3 boyut teknolojisi evimizdeki televizyona kadar gelmişken, bizler davranışımızı 3 boyut seviyesine çıkarmalıyız. “Ya o kadar düşünerek hareket edersek yavaş çekimde yaşarız hayatı” demeyin. Beynimiz çok hızlı bir şekilde birkaç alternatif ve sonuçlarını ele alır ve sergileyeceğimiz tepki daha olumlu olabilir. Uzun sürdüğünü düşünsek bile, arkadaşlıklarımızın zedelenmesindense böyle bir yol daha iyidir. O zaman arkadaşlarımızın farklılıkları nedeniyle onlardan uzaklaşmaktansa, farklılıklarının bilincinde olarak bir davranış geliştiririz. Onu kaybetmeyiz.

İş, aile, okul hangi ortam olursa olsun daha gelişmiş sosyal ilişkiler her anlamda bizi başarıya götürür. Bu noktada empatik davranışlar bizi farkında olmadan güler yüzlülük, sevecenlik, yardımseverlik, anlayışlılık vs… gibi olumlu sıfatlarla donatacaktır. Tepkilerimiz keskin olmaktan çıkıp daha ılımlı bir hal alacaktır Böylelikle yaşamımızdaki birçok problemin arasına iletişim problemini de eklememiş olacağız.

Bu konuda “Peki hep ben mi anlayışlı olacağım ya karşımdaki? “ şikâyeti genelde olur. Davranışların bulaşıcı olduğunu hatırlarsak bu sorunun cevabını da vermiş oluruz. Hem olumlu davranış hem de olumsuz davranışlar bulaşıcıdır. Genelde biz nasıl davranırsak, karşımızdakinden de öyle muamele görürüz.

“İstisnalar kaideyi bozmaz”

Messi de Sensin, Ronaldo da...



“Gergin ve kaygılıydı… Karşımda dururken sanki maçı kaybetmiş edasıyla konuşuyordu. Oysaki iki devreli bir maçta ilk devre bitmişti, rakibine de hatırı sayılır goller atmıştı. İlk yarıdaki gollerin sayıldığını; ama ikinci devrenin daha önemli olduğunu, ikinci devredeki gollerin daha fazla puan olarak döneceğinin bilincindeydi.
Anlamadığım konu ise iyi durumda olmasına rağmen kendisine olan güvensizliği nedeniyle ikinci yarıya yeterince motive olamamasıydı.

 “Neden?” dedim “Neden kendini bu kadar hafife alıyorsun, sen ki ilk yarı rakibini zor durumlara düşürdün, birkaç gol yesen de, ona telafisi imkansız hasarlar verdin, ikinci yarıda da bitirici darbeyi vuracak ve kupayı kaldıracaksın”
“Kazanacağıma inanmıyorum” dedi…
Sanırım gerçek mağlubiyet: Sahada kazanacak kadar güçlü olduğu bir maçı, kafasında kaybetmekti…”

YGS bitti ve sonuç kâğıdı eksiğiyle fazlasıyla, LYS neticeleri gelene kadar saklanmak üzere kaldırıldı. Bazı adaylar YGS neticesini görünce daha da hırslanırken; bazıları ben bu maçı kaybettim düşüncesine kapılarak erkenden havlu attılar.

Ancak havlu atanların dikkat etmesi gereken nokta gerçekten maçı kaybettikleri mi, yoksa ilk devrede istedikleri performansı gösteremedikleri midir? 2010’dan beri uygulanan sınav sisteminin en büyük özelliği iki devreden oluşması ve devrelerin kendi arasında farklılık göstermesidir. İlk devre daha çok kitap okumuş ve yorum kabiliyeti yüksek teknik oyuncuların etkili olduğu bir yarı iken, ikinci devrede ezber ve bilgi kapasitesi yüksek olan sağlam fizikli oyuncular sonuca gitmekte… Üstelik maçın ikinci devresi skoru % 60 etkiliyor… Yani ilk yarı çektiğiniz 100 şuttan 40’ı gol olurken ikinci devre çektiğiniz 100 şuttan 60’ı gol oluyor… İlk devre Messi’nin, ikinci devre Ronaldo’nun etkili olabileceği bir maç bu… Ve ikisi de senin takımında oynuyor…


Ve şunu bilmeliyiz ki hakem ilk devreyi bitiren düdüğü çaldı ve biz soyunma odasındayız. YGS’ye yönelik hiçbir şeyi artık değiştiremeyiz, o geçmişte kaldı… Yüksek puan aldıysak puanımızı korumak, düşük puan aldıysak da puanımızı yükseltmek için LYS’de mücadele etmeliyiz… Bunun için gerekli kondisyonu (konu çalışma) ve şut tekniğini (test çözme) elde etmemiz için 1,5 ayımız var. Daha önceki çalışmalarımızla birleştiğinde bu 1,5 ay bize sınavı kazandıracak kadar uzun bir süredir. Yeter ki biz antremanı asmayalım, elimizden gelenin en iyisini yapmak için yeni bir motivasyon ve istekle tekrardan çalışmalara başlayalım. Hazırlık maçlarında (denemelerde) eksiklerimizi görerek telafi edelim.


Ancak ”Ben bu maçı kaybettim, artık çeviremem” diye düşünürseniz, inanın rakip eksik oynasa bile sizi yener. Hakem düdüğü çalmadan maçın bitmeyeceğini bilerek sonuna kadar mücadele etmeliyiz…
Unutmayın “Şampiyonluklar önce kafada kazanılır, sonra sahada…”