LYS GİRİŞ BELGELERİ YAYINLANIYOR






14-15 ile 21-22 Haziran tarihlerinde yapılacak 2014 Lisans Yerleştirme Sınavlarına (LYS) başvuran adayların, sınavlara girecekleri bina/salonlara  ilişkin bilgileri içeren sınav giriş belgeleri 04.06.2014  saat 14.00'dan itibaren ÖSYM'nin https://ais.osym.gov.tr internet adresinden yayınlanacaktır.
adaylar kendilerine ait şifrelerle  Aday İşlemleri Sistemine girerek belgelerini yazdırabilecekler. Adayların evine postayla ya da başka bir şekilde belge gönderilmeyecek olup bütün adaylar sistemden (mümkünse renkli çıktıyla, ama mecburi değil) giriş belgelerini edinmelidir.

Sınavdan önce sınava girecekleri yeri gidip gören adaylar sınav günü yaşayacakları stres ve kaygıyı göreceli olarak da olsa azaltmış olacaktır.


Sınava girecek adaylara şimdiden başarılar dilerim.

9 Adımda Verimli Ders Çalışma

"Hocam çok çalışıyorum ama sınava gelince yapamıyorum"
"Sınavdan 100 bekliyorum ama zayıf geliyor"
Bu ve buna benzer bir sürü cümle öğrencilerin sınav dönemi değişmez  serzenişleridir. Bazen karşısındakini kandırmak için kurar bu cümleleri -aslında kendini kandırdığını bilmeden-. Bazen de gerçekten inanarak söyler bunları. Peki işin aslı nedir. sorunun kaynağı ne ola ki onu kurutup düzlüğe çıkalım.
Sorunun kaynağı ders çalışırken farkında olmadan sergilediğimiz davranışlardır. yanlış ders çalışma taktiklerinden dolayı bu duruma düşeriz.


Peki bu duruma düşmemek için neler yapmalıyız:

1- İşe dersi derste anlayarak başlamalıyız. Bunun için ilk yapmamız gereken şey öğretmeni iyi dinlemektir. (Hocam aklımızda binbir hayal, dünya üstümüze geliyor, biz nasıl kendimizi derse verelim. Zar zor dikkatimi toplasam yanımdaki hayta bırakmıyor ders dinlemeye) diyenler için de işin anahtarı ders anlatan hocanın yüzüne kilitlenirsek hem dikkatimiz dağılmaz hem de hocanın yaptığı vurgulamaları kaçırmayacağımız için, önemli yerleri belirleyebiliriz.

2- Derste notlar almalıyız. klasik tabirle defter tutmaya özen göstermeliyiz. fotokopi kolaycılığı istenilen sonucu vermeyecektir. Çünkü insan kendi cümleleriyle not tuttuğu şeyleri daha kolay anlar. Eve gidip dersin başına oturduğumuzda neyi, nasıl yazdığımızı hatırlarsak konular aklımıza daha iyi yerleşir.



3- Derste anlamadığımız noktaları mutlaka hocaya sorarak öğrenmeliyiz. Sınıftakilerden utanarak ya da hocadan korkarak "aman ben nasıl olsa sonra başkasından öğrenirim" demeyin. Çünkü sıcağı sıcağına sorunu halletmez iseniz hem daha zor öğrenirsiniz, hem de sonradan size anlatacak birisini bulamayabilirsiniz.

4 - Eve gittiğinizde ders çalışma saatleriniz sabit ve belirli olsun. bir gün 19.00 da bir gün 17.00 de ders çalışmak devamlılık ve verim açısından olumsuz sonuçlar verir. Ev ahalisinin geliş gidişleri, akşam yemeği, varsa eve gelen misafirler vs.. gibi durumlar ortalama gözönüne alınarak sabit bir ders zamanı belirlemeli ve olağanüstü durumlar dışında bu saatlere riayet etmeliyiz. Bu saatler içinde cep tel kapatılmalı, TV, PC gibi şeylerle meşgul olunmamalıdır.

5- Mümkünse kendi odamız olmalı ve odamız düzenli olmalı. Dağınık bir mekanda motivasyon sağlamak ve dikkati toparlamak çok zordur. Odanızda yatağınız varsa toplu olmalı, poster, biblo vs.. tarzı dikkat çekici nesneler olmamalı, vazgeçemiyorsanız da ders çalışırken yöneldiğiniz tarafta olmamalı.

6- Mutlaka masada ders çalışın. yatarak uzanarak ders çalışmak fayda sağlamaz.


7- Bir ders çalışma programınız olsun ve kesinlikle masanızın üzerinde program harici derslerin kitapları bulunmasın. Hangi derse çalışacaksanız onun materyalleri olsun. Başkasına yer yok!

8- Dersleri günlük tekrar eder ve hafta sonunda bir genel tekrar yaparsanız, yazılı zamanlarında aşırı çalışmanıza gerek kalmaz. Hem de  daha fazla verim alırsınız.

9- Herkesin anlama kapasitesi farklıdır. aynı konuyu arkadaşın 1 saatte anlarken sen 2 saatte anlayabilirsin. O zaman anlayana kadar konuya eğilmelisin.


Özetlemek gerekirse bu prensipler etrafında çalışan gayretli (dikkat edin zeki demedim) bir öğrenci istediği hedefe ulaşmakta zorlanmayacaktır. Tabii başarı için gayret, azim ve gerçekçi bir hedef gerekir, bunu birde kitap okuma alışkanlığıyla birleştirebilirsek yapamayacağınız şey yoktur!

YÜKSEKÖĞRETİME GEÇİŞ SINAVI (YGS)



Üniversite hayali kuran öğrenciler her sene bir dizi sınavdan geçiyor. Yorucu ve kimine göre sıkıcı geçen 12 seneden sonra, bir de üst düzey eğitim almak için tekrar sınavlara girme fikri sıkıcı olsa da sınavlar hayatın gerçekleri. Çok geriye gitmeden, ÖYS-ÖSS, ÖSS derken 2010’dan beri nurtopu gibi bir YGS-LYS’miz oldu. Yani Yüksek Öğretime Geçiş Sınavı ve Lisans Yerleştirme Sınavı…
Peki afilli isimleriyle öğrencilerin önünde duran bu sınavların içeriği nedir. Öğrencilerin hangi bilgilerini kapsamaktadır, huyu suyu nedir. Hangi durumda nasıl tepki verir.
Ben bu yazımda Yükseköğretime Geçiş  Sınavı hakkında bilgi vermek istiyorum. Malum önce
YGS; her sene Mart sonu, nadiren Nisan başında yapılan sınavdır. 2014 YILI İÇİN 23 MART YGS’nin tarihi. Başvuru ise 2-15 Ocak 2014 tarihleri arasında yapılacak.
 Bu sınavda alınan neticeye göre 2 yıllık önlisans bölümlerine, açıköğretim fakültelerine gidebilir; ya da “yok ben kutuma gitmek istiyorum”  diyorsanız da LYS’ye girme hakkı kazanabileceğiniz bir baraj puanı elde edebilirsiniz.
Bunların şartı nedir derseniz.
140 puan barajını aşan öğrenciler açık öğretim fakülteleri ya da meslek yüksekokulu  ön lisans bölümlerini tercih etme hakkı kazanıyor. Özel yetenek sınavıyla öğrenci alan bölümlere başvuru hakkı kazanmak için de 140 puanı aşmak yeterli olacaktır.
Her hangi bir YGS puanından 180 barajını aşanlar ise LYS’ye girme hakkı elde ediyor. Yani herkesin LYS’ye girme hakkı yok. YGS’ye girip 180 puan barajını aşabilen öğrenciler LYS’ye girebilecekler. Ayrıca YGS puanı ile öğrenci alan lisans programlarına da başvurabileceklerdir.
Yükseköğretime Geçiş Sınavı’nın içeriği nedir peki? ÖSYM’nin yayınladığı başvuru klavuzunda gösterilmiş olan soru dağılımları aşağıdaki gibidir.

YGS’de 160 soru için adaylara 160 dakika verilir. Sınavda başarılı olabilmek için zaman yönetimini iyi ayarlamak hayati önem taşımaktadır. Unutmamalı ki zamanı yetiştirmek 1 senelik emeği heba etmemekle eş değerdir.
YGS soruları daha çok müfredatın 9. Sınıf kısmını ilgilendiren, okuduğunu anlama ve yorumlama ile ilgili soruları içerir. Burada bilmenin yanında bilgiyi yorumlama kabiliyeti ön plana çıkıyor.


Tabii dikkat edilmesi gereken konu; YGS de sadece 9. Sınıf konularından değil üst ve altsınıf konularından da soru gelebilmekte, yorumun yanında bilgi soruları da çıkabilmektedir.. Öğrenciler bu konularda uyanık olmalı ve çıkan sorular karşısında şaşırmamalıdır.

AİLE CANDIR



Yaş 8-10 
BENİM BABAM EN BÜYÜK !...
Yaş 10-12 
BENİM BABAM GALİBA YANLIŞ DA YAPABİLİR.
Yaş 16-18
BABAM BİRŞEYDEN ANLAMIYOR.
Yaş 20-24
BABAMI GÖZÜMDE FAZLA BÜYÜTMÜŞÜM GALİBA.
Yaş 30
BABAM SANIRIM DOĞRU SÖYLEMİŞ.
Yaş 40
NE AKILLI BABAM VARMIŞ.
Yaş 45-50
MEĞER BABAM HER ŞEYİ BİLİRMİŞ, YAZIK, KIYMETİNİ BİLEMEDİM...

Sosyal medyada da sık dolaşan bir yazıyı paylaştım yukarıda. İnsanlar küçük yaşlarda anne ve babalarına süper kahraman rolü biçip, onların her şeyin en iyisini bildiğini ve yapabileceğini düşünürken, yaş büyüdükçe kendini ön plana çıkarır. Bundan dolayı da kendinden başkasının doğruyu bilemeyeceğini, kendisi için en iyisini kendinin bileceğini düşünerek onları ikinci plana atar ve yavaş yavaş ailesinden kopmaya başlar.

İnsan için hatalar da tam bu zamanda başlar. Elbette özgür irademiz vardır, elbette kendimiz için, hayatımızı şekillendirecek kararlar almak hakkımızdır. Ancak hayatın tecrübesizliğiyle, kimseyi dinlemeden atacağımız adımlar hata payımızı daha da artırır. “Tecrübe hayatta yediğimiz kazıkların bileşkesidir” diye bir laf vardır. Ama akıllı insan başkalarının tecrübelerinden de ders çıkarır. Böylelikle onların karşılaştığı zorluklarla karşılaşmadan, tamiri mümkün olmayacak hasarlarla uğraşmadan tecrübe sahibi olabilir.

Aile bireyleri de işte bu noktada sözü kulak ardı edilmemesi gerekenler kategorisinden devreye giriyor. Çünkü insanın hayatta en sağlam dayanak noktası ailesidir. Anne, baba, abi, abla, kardeş vs… insanın en ihtiyaç duyduğu zamanda yanında olan, ona koşulsuz sevgi ve desteğiyle sıcaklığını hissettirenlerdir. Bazen söyledikleri tersimize gelse de biliriz ki bizim hayrımıza olmasını istediklerini bize tavsiye ederler.

İnsanın zor günlerinde sığınacağı bir tane limanı varsa bu da aile bireyleridir. Onları bazen arkadaşlarımız için bazen başka sebeplerle kırarız. Ancak insanın elindeyken değerini bilmediği şey için, elinden gittikten sonra hayıflanması hiçbir şey ifade etmez…

Ailemizden uzaklaşmak yerine; sevincimizi, hüznümüzü, sorunlarımızı vs… onlarla paylaşalım. Belki de “kızarlar bana” diye düşünürken, onların seni bağrına basarak, sevincinle sevinip, sorununa çözüm aradıklarını göreceksin…

Hadi… Denemeden bilemezsin…

Yapmalarına İzin Verin ki Başarabilsinler



Her şeyi uçlarda yaşamak... Klasik alışkanlığımız...

Bu yüzden hayatın bir çok alanında başarısız oluyoruz, gelen başarılar da, tesadüfi ve istikrarsız olmaktan ileri gidemiyor. Hiç düşünmeden spordan sanata; tazeden bayata bir sürü örnek sayabilirim size.

Ama asıl bahsedeceğim konu eğitim alanında... anne babalarımızın okul anılarını dinlediğimizde hep iç çektikleri bir nokta vardır. " anam babam hangi sınıfta okuduğumu dahi bilmezdi" hayıflanmalarıyla başlayıp, okumak isteyip de okutulmama serzenişleriyle devam eden ilgisizlik hikayeleri... 
Günümüzde ailelerin bir çoğu çocuğunun eğitimine önem veriyor. Okusun da ne isterse yaparım havasında veliler. Ama yine uçlardayız. Ödevleri onun yerine yapmalar, sokakta ya da okulda sorunlarını onun yerine çözmeye çalışmalar, çalışmayıp düşük not aldığında öğretmen peşinde dolaşıp not istemeler vs... Bunları yaparken hissettiği gurur ve işe yaramışlık hissini ise tarif etmeye cümle bulamazsın... Hem ilgili, hem destek olan hemde, sorunlarına çözümler üreten bir veli, daha ne olsun ki...




Gelin bir de madalyonun diğer yüzüne bakalım. Nasıl ki bebekken korumacı tavırlarla hasta olmasın diye dışarı çıkarılmayan çocuklar büyüyünce hastalıktan kurtulmaz ise; kendi sorunları hep başkaları tarafından çözülen çocuklar da hayatla mücadele etme yeteneğinden mahrum büyürler. Unutmamak lazım ki ebeveynler hayatlarının sonuna kadar çocuklarının yerine problem çözemezler, onların sosyal hayatını şekillendiremezler . Böyle bir tablo hem çocuğu sıkar, hemde belirli bir yaştan sonra ebeveynleri çok yorar. rahata alışan çocuk her şeyi başkalarından bekler bir kişilik geliştirince de şikayetler başlar. "bizim çocuk çok tembel, pısırık, içine kapanık vs..." gibi olumsuz şikayetlenmeler... Sebebi kim? Uzaklarda aramaya gerek yok...

Doğan Cüceloğlu'nun bir kitabında okumuştum yanlış hatırlamıyorsam. Yurt dışında yürümeyi yeni öğrenen bir bebek kendi çabasıyla merdivenleri çıkmaya çalışmaktadır. Bir adım gerisinde de babası onu takip eder. Oradan geçen bizim Türklerden birisi, çocuğun çabasını görünce ona yardım etmek için onu tutar ve merdivenlerin en yukarısına koyar. Çocuğa tebessüm ve sevgi gösterileri eşliğinde bakarken babasının yaklaştığını görür. Tam babasından teşekkür sözleri duymaya kendini hazırlamışken ;sert ve eleştirel bir tavırla karşılaşır. "Çocuğumu ömrü boyunca kucağında zirvelere taşıyacak mısın? Neden onun başarmasını engelliyorsun.." der çocuğun babası. Bizimki bir anlık şoka uğrar; ama iyi bir ders almıştır. 


Çocuklarımıza karşı aşırı korumacı tavırlardan kaçınmalıyız. Ona yardıma ihtiyacı olduğunda yetişecek kadar yakın, kendi başarmasına izin verecek kadar da uzak olmalıyız. Kimi uzmanlara göre ilk 2 yaşta kimilerine göre ise ilk 6 yaşta kişiliğin büyük bir bölümü oluşmakta ve ondan sonraki yaşantılar oluşan bu kişiliğin etrafında şekillenmektedir. Bizler bu yaşlarda çocuklarımızın başarmasına, başarı ve işe yarama duygusunu tatmasına engel olursak, ileri ki yaşantılarında da bu duygulara mesafeli kalmalarına yol açabiliriz. Şunu da unutmadan söylemeliyim. Çocuğunuzun ya da sosyal çevrenizdekilerin bir şeyi güzel yaptığında onu taltif etmeniz, onun başarısını tebrik edip yüreklendirmeniz ONU ŞIMARTIP GEVŞETMEZ... Aksine yeni başarılar elde etmek için cesaretlendirip motive eder...

Unutmayalım başarıları fark edilmeyen, hatta umursamazdan gelinen çocuklar kendi dünyalarında tarif edilemeyecek hayal kırıklıkları yaşamaktalar. Hele bir de kardeşleri arasında adaletsizliğe uğradığını düşünüyorsa bu hayal kırıklıkları katlanarak büyüyor.


Bırakalalım çocuklarımız kendi sorumluluklarının gereklerini kendileri yerine getirsin. Hayatlarının patronu olsunlar ki, işler kötü gittiğinde düzeltecek alternatifler üreterek gemiyi düzlüğe taşımanın yollarını bulsunlar. Biz başları sıkıştığında yardım alabilecekleri bir liman olduğumuzu hissettirirsek onlar gerektiğinde sığınmaktan çekinmezler. Böylelikle özgüveni sağlam, girişimci ve sağlıklı bireyler olarak toplum hayatına katılırlar.

AMERİCAN HİSTORY X (GEÇMİŞİN GÖLGESİNDE)



Yönetmen:Tony Kaye
Senaryo: David Mc Kenna
Oyuncular: Edward Norton, Edward Furlong ve Beverly D'Angelo
Yapım Yılı: 1998



Kendinden olmayana anlayış gösterebilmenin, insanları farklılıklarıyla kabul edebilmenin geç de olsa öğrenilebileceğini anlatan bir film. Yetenekli bay Edward Norton sosuyla tatlanmış...
Bazı filmler durdukça demlenir, tekrar tekrar izlenir, arşivliktir, işte bu o...
Sosyal meselelerden girip, kendiyle hesaplaşarak olgunlaşan bir adamın hikayesini anlatıyor. Dışarıdayken zencileri aşağılayan adamın, deliğe tıkılınca ki zencileşme ve sonunda da ayrımcılıktan kardeşliğe uzanan bir düşüncenin hikayesi... Bazen güzel günlere ulaşmanın bedel gerektirdiğini hatırlatarak...
anlatımsal olarak sert bir film; ama anlayana sivri sinekten bateri takımı çıkartacak kadar da etkili...
Bi de fragmanı varmış


Empatikleştiremekdiklerimizden misiniz?

Fatih Altaylı’nın köşesinde çok sevdiğim bir bölüm var:  “Ne zaman adam oluruz?”. Yazar her gün kendine göre toplumumuzun eksik yanlarını bu bölümde işliyor.  Bazen güzel şeyler de çıkıyor ortaya. Bana bu soruyu sorsalar ve tek bir cevap hakkın var deseler:  “Bir birimizi anladığımız, anlayış gösterdiğimiz zaman; yani hayatımıza empatiyi hâkim kıldığımız zaman çok mesafe kat ederiz” derdim.


Toplum olarak en büyük problemimiz karşımızdakini anlamaya çalışmamak. Hal böyleyken birçoğumuz sosyal ilişkilerinde sorun yaşayan bencil çocuklar olarak ortalıkta dolaşıyoruz.  Evet, 20’li 30’lu vs. yaşlarında ilkokul çocukları gibiyiz. Hani derler ya, “koca bebekleriz” aslında. Neden böyle dedim? Çocukların iletişimi daha ilkeldir, hep “ben kazanmalıyım” mantığıyla ilerler. Bazen kaybediyor gibi görünürken kazanılabileceğinin farkında değillerdir. “Biri bana zarar verdi mi bende ona zarar vereyim, o bana somurtuyor bende ona somurtayım,” hatta bir fazlasıyla karşılık vereyim. Örnekleri çoğaltılabilecek olan bu tarz davranış şekilleri çocukların tek boyutlu tepkileridir. Sık sık küserler, kırılırlar, dönemsel mutsuzluklar yaşarlar. Ancak kırgınlıkları oyun esnasında kemikleşmeden telafi edilir. Yaş büyüdükçe bu kırgınlıkların telafisi daha zor olduğu için, ilkel tepkiler yerine, empatik tepkileri tercih etmeliyiz.




Bizler sosyal ilişkilerimizde karşımızdakinin içinde bulunduğu ya da bulunabileceği ruh halini fazla umursamıyoruz. Gelişmiş sosyal ilişkiler çok boyutlu olmalıdır. Yani davranışımıza yön verirken karşıda oluşturacağı etkiyi düşünmeden, aklımıza estiği gibi davranmamalıyız. 3 boyut teknolojisi evimizdeki televizyona kadar gelmişken, bizler davranışımızı 3 boyut seviyesine çıkarmalıyız. “Ya o kadar düşünerek hareket edersek yavaş çekimde yaşarız hayatı” demeyin. Beynimiz çok hızlı bir şekilde birkaç alternatif ve sonuçlarını ele alır ve sergileyeceğimiz tepki daha olumlu olabilir. Uzun sürdüğünü düşünsek bile, arkadaşlıklarımızın zedelenmesindense böyle bir yol daha iyidir. O zaman arkadaşlarımızın farklılıkları nedeniyle onlardan uzaklaşmaktansa, farklılıklarının bilincinde olarak bir davranış geliştiririz. Onu kaybetmeyiz.

İş, aile, okul hangi ortam olursa olsun daha gelişmiş sosyal ilişkiler her anlamda bizi başarıya götürür. Bu noktada empatik davranışlar bizi farkında olmadan güler yüzlülük, sevecenlik, yardımseverlik, anlayışlılık vs… gibi olumlu sıfatlarla donatacaktır. Tepkilerimiz keskin olmaktan çıkıp daha ılımlı bir hal alacaktır Böylelikle yaşamımızdaki birçok problemin arasına iletişim problemini de eklememiş olacağız.

Bu konuda “Peki hep ben mi anlayışlı olacağım ya karşımdaki? “ şikâyeti genelde olur. Davranışların bulaşıcı olduğunu hatırlarsak bu sorunun cevabını da vermiş oluruz. Hem olumlu davranış hem de olumsuz davranışlar bulaşıcıdır. Genelde biz nasıl davranırsak, karşımızdakinden de öyle muamele görürüz.

“İstisnalar kaideyi bozmaz”

Messi de Sensin, Ronaldo da...



“Gergin ve kaygılıydı… Karşımda dururken sanki maçı kaybetmiş edasıyla konuşuyordu. Oysaki iki devreli bir maçta ilk devre bitmişti, rakibine de hatırı sayılır goller atmıştı. İlk yarıdaki gollerin sayıldığını; ama ikinci devrenin daha önemli olduğunu, ikinci devredeki gollerin daha fazla puan olarak döneceğinin bilincindeydi.
Anlamadığım konu ise iyi durumda olmasına rağmen kendisine olan güvensizliği nedeniyle ikinci yarıya yeterince motive olamamasıydı.

 “Neden?” dedim “Neden kendini bu kadar hafife alıyorsun, sen ki ilk yarı rakibini zor durumlara düşürdün, birkaç gol yesen de, ona telafisi imkansız hasarlar verdin, ikinci yarıda da bitirici darbeyi vuracak ve kupayı kaldıracaksın”
“Kazanacağıma inanmıyorum” dedi…
Sanırım gerçek mağlubiyet: Sahada kazanacak kadar güçlü olduğu bir maçı, kafasında kaybetmekti…”

YGS bitti ve sonuç kâğıdı eksiğiyle fazlasıyla, LYS neticeleri gelene kadar saklanmak üzere kaldırıldı. Bazı adaylar YGS neticesini görünce daha da hırslanırken; bazıları ben bu maçı kaybettim düşüncesine kapılarak erkenden havlu attılar.

Ancak havlu atanların dikkat etmesi gereken nokta gerçekten maçı kaybettikleri mi, yoksa ilk devrede istedikleri performansı gösteremedikleri midir? 2010’dan beri uygulanan sınav sisteminin en büyük özelliği iki devreden oluşması ve devrelerin kendi arasında farklılık göstermesidir. İlk devre daha çok kitap okumuş ve yorum kabiliyeti yüksek teknik oyuncuların etkili olduğu bir yarı iken, ikinci devrede ezber ve bilgi kapasitesi yüksek olan sağlam fizikli oyuncular sonuca gitmekte… Üstelik maçın ikinci devresi skoru % 60 etkiliyor… Yani ilk yarı çektiğiniz 100 şuttan 40’ı gol olurken ikinci devre çektiğiniz 100 şuttan 60’ı gol oluyor… İlk devre Messi’nin, ikinci devre Ronaldo’nun etkili olabileceği bir maç bu… Ve ikisi de senin takımında oynuyor…


Ve şunu bilmeliyiz ki hakem ilk devreyi bitiren düdüğü çaldı ve biz soyunma odasındayız. YGS’ye yönelik hiçbir şeyi artık değiştiremeyiz, o geçmişte kaldı… Yüksek puan aldıysak puanımızı korumak, düşük puan aldıysak da puanımızı yükseltmek için LYS’de mücadele etmeliyiz… Bunun için gerekli kondisyonu (konu çalışma) ve şut tekniğini (test çözme) elde etmemiz için 1,5 ayımız var. Daha önceki çalışmalarımızla birleştiğinde bu 1,5 ay bize sınavı kazandıracak kadar uzun bir süredir. Yeter ki biz antremanı asmayalım, elimizden gelenin en iyisini yapmak için yeni bir motivasyon ve istekle tekrardan çalışmalara başlayalım. Hazırlık maçlarında (denemelerde) eksiklerimizi görerek telafi edelim.


Ancak ”Ben bu maçı kaybettim, artık çeviremem” diye düşünürseniz, inanın rakip eksik oynasa bile sizi yener. Hakem düdüğü çalmadan maçın bitmeyeceğini bilerek sonuna kadar mücadele etmeliyiz…
Unutmayın “Şampiyonluklar önce kafada kazanılır, sonra sahada…”